Koç Burcu Perisinin Anlattıklarıdır – Koç burcunda bir aşk hikâyesi

145898

Burası Burçlar bahçesinin ilk şehridir. Sarayımın hemen hemen bütün pencereleri doğuya bakar. Yedi iklimin ilkinde bulunan Fâris şehri gibi kuru bir havası vardır. Bu yüzden hemen her şey gibi içimin neşesi de bazen ateşten gelen niteliklerle sararıp solmaya mahkûmdur.

Kimi zaman telaşlı ve titrek kimi zaman da alabildiğine geniş bir yay çizerek kalbini ferah tutan koç burcunun perisi burada, bu camdan bir kalbe benzeyen köşkte oturur.

Kendimden bir başkası gibi bahsetmemin sebebi, bazen göründüğümden de farklı olduğumdan yahut çoğu zaman öyle görünmek istediğimdendir. Ateşi kendi menzilim olarak seçtiğimden bu yana ateşin birbirine zıt renklerini ve dolayısıyla bütün zıtlıklarını da kendime ekledim. Bu yüzden ben hem şuyum hem bu. Aynı zamanda ne şuyum ne bu. Severim de kendime bir başkası olarak bakmayı.

Babamın ilk kızı, onun ilk göz ağrısıyım. Bazen benden başka bir kızı olmadığını da düşünürüm. Belki diğer on bir kız kardeşimi kıskandığımdan belki de kendimi onlardan daha güzel bulduğumdan… Babamın sarayında güneşin ilk ışığını ve dolayısıyla sıcaklığını hisseden benim. Her ne kadar odamın penceresi dar ise de bu bana yetiyor. Belki de tek bir pencere var sanıyorum. Bazen kafamın içinde benden başka birisi burada, bu odada birden fazla pencerenin olduğunu söylüyor ama ona inanmıyorum. Belki de inanmak istemiyorum.

Yalnızca saçlarıma değen bir ışıkla bile yetinen ruhum gibi alev, ilkin saçlarımı tanır. Saçlarım o yüzden kimi zaman ateşin renklerini almıştır. Meğerki babam, güneşin ilk ışığını gördüğü duvarı öpüp benim de saçlarımı okşamadan duramazken…

Mart ve nisan aylarında başlayıp biten köşkümdeki odamın pencereleri hep onun sarayını görür. Her sabah hızla sürdüğü atının rüzgârında saçlarımın okşandığını hissetmezsem oturup saatlerce ağladığımı bilirim.

Dedim ya göğün katlarında ilk saray benimkidir. Diğerlerinin sarayları bahçemin sınırlarından itibaren sıralanır. Onların arka arkaya sıralanmış saraylarını bazen görmezliğe gelirim. Buna kendimi ilk ve biricik saymak mı denir bilmem ama sarayımın en üstünde bir oda yaptırmam da boşuna değil elbette. En yüksekte olmak isterim. Kimse bu isteğime engel olsun da istemem.

Babam, çoğu zaman kalbin gözüyle aklın gözünü ayırarak konuşmaktan zevk alır. Ben de ona çekmiş olmalıyım.

Her insana verilen otuz ilim hazinesinden bana hırsın, ateşin, bilginin ve aynanın ilimleri verildiğinden olsa gerek sürekli bu ilimler arasında dolaşır dururum. Aynalar benim dostumdur. Sık sık aynalara bakarım.

Sarayıma diğerleri gibi bir isim verdim: İlim Sarayı. Burası İlim Sarayı’dır. Burada bilgi ile hemen her şey akla gelir. Ama bir şartla. O da her bilginin bu saraydan içeriye saygıyla ve bin bir telaşla alındıktan sonra binlerce odalara dağılmasıdır. Öyle ki bir şey öğrendiğimde bu, beni heyecanlandırır ve heveslendirir. Bu yüzden âlimlerle oturup kalkmayı, sözü, üslubu bilen insanlarla konuşmayı evvelden beri severim. Belki bunun ateşten geriye kalanlar kadar bir çabası vardır. Eğer beni çeken bir şey yoksa hemencecik hevesim kırılıverir, yorulurum. Bazen de çekilirim o işi yapmaktan. Ama bir şey beni çekiyorsa orada inat eder sonuna kadar giderim. Bu yüzden bazen bakışlar mıdır yoksa bilginin kendisi midir içimde çoğalan, diye sorarım.

Aldırmazlık elbisesi giyerim çoğu zaman. Etrafımdakilerin sözlerine güvenmediğimden değil, tutkularım ve heyecanlarımla birlikte yol aldığımdandır.

Sarayıma kim girerse kendi bakışını kaybeder. Aynalarla dolu bir saray olduğundan değil ama. Her ne kadar aynaları oldum olası sevmişsem de daha kapıdan ilk girildiğinde bakışlar, niyetler, hevesler, bir tarafa bırakılmalıdır. Bırakılmalı ki benim doğrularımı, benim kabullerimi alabilsinler. Kimi zaman doğrularıma itiraz eden olursa ateş odalarımdan birini seçmesini ister, kızgınlığım geçesiye kadar orada ağırlamayı adetlerimden biri sayarım.

Sarayımda her şey biraz hızlılıkla ölçülür. Babamın atının rüzgârından söz edişim de bu yüzden. İşlerimin bir çırpıda yapılmasını isterim. Hizmetçilerim de kendi hallerine göre en hızlıları, en atikleri arasından seçilmiştir. En çok hayalde hızlı olanları seçmek isterim. Kendimde de böyle bir kabiliyet gördüğüm içindir belki. Diğerleri de kendi menzillerinde yahut kabiliyetlerinde hızlıdırlar. Ama heveslerini sık sık değiştirmede mahir olanların bende ayrı bir yeri vardır.

Atların hızlılığına da bu sebeple bağlıyım. Hayal, hayl’den gelir. Hızlı giden at anlamındadır. Hayal de hızlı değil midir zaten? Ama bütün hızlılığına rağmen sarayımda her şey zamanın yavaşlığına esirdir. Başkalarının bana ettikleri hizmette yavaşlık istemem. Ama ben bir şeyi fazla istemiyorsam, hevesim kırılmışsa her şeyi ağırdan alırım. Napayım, tabiatım bu. Saraydakiler, işleri kolaylaşsın diye bir şeyler icat etmeye kalktıklarında yine geç kalmaktan kurtulamazlar. Bu heveslerin çabucak dağılması benim suçum mu bilemiyorum? Çünkü kimilerine göre oturdukları yer, ne kadar yüksekte olursa olsun insanlar, toprağın onları kendisine çekmeyeceğini düşünürler. Oysa toprak yani ölüm, çoğu zaman korkutur beni. Ne aklın ne de deliliğin hükmü geçer akçedir o zaman. Olsa olsa gerçek gibi görünen hayal perdesi hakikattir o an. Ne tuhaf değil mi? Tek gerçek var o da hayal perdesi. Bunun için bu şehrin de sırrı bendedir. Ama söylediğim şey hakikattir.

Aşk, güzellikten öte derin bir uçurumdur. Oysa ey peri sen bu şehre geldiğinde en yüksek binayı seçtin, diye söylenirim kendi kendime. Herkes aşkı derin uçurumlara, kederlere, ümitsizliğe layık görürken sen hep yükseklerde olana gözlerini diktin.

Dediğim gibi kardeşlerimin sarayından daha yükseğe kurulmuştur köşküm. Ama güzelliğe de yakın olmasını istediğimden yükseklere doğru baktı sarayımın burçları da. Bu sebeple çirkinliğe dair bir iz bulamazsınız işlerimde. Bu yüzden sarayın içinde çirkinliğe, kirliliğe bir iğne kadar yer bırakmak istemem. Titizliğimi hemen herkes bilir.

Ah ne çok şey ne çok söz vardır beni yaralayan! Her şey sanki kusurlarımı gün yüzüne çıkarmak için yarışıyormuş gibidir. Öyle de olsun istemiyorum.

Gece, yalnızlara bekleyişlerle taçlanmış zamanı sanki sessizliğin uçurumunda sunmak için can atıyor. Gecenin sessizliği, sakin ama ağır bir suskunlukla bakıyor… Her zamanki gibi kalabalığın içinde bekliyor avını. Bu kalabalığın içinde hatıralar, kahkahalar ve biraz da mahrumiyet var. Pişmanlıkların, geç kalmışlıkların, ertelenmişliklerin yokluğu var… Ama olsun. Sabırlı bir avcı olan gece gibi ben de beklemeliyim. Çünkü bekleyiş, ateşe bile kendi sabırsızlığından çiçekler sunar durmadan. Olsun. Ama niye beklemeli ki? Geçmişi hatırlamakla kendi kuyumu kazdığım ve kendimi bu yüzden suçladığımın farkındayım. Geçmişte yapılan kimi şeyleri unutmamaktan daha güzel bir hediye olamaz yine de.

Diğerleri bir yana tıpkı benim gibi Ay ve Zühre’ye denk gelen Boğa ve İkizler burcunda oturan kardeşlerimi severim. Onlarla anlaşmakta zorlanmam. Her ikisi de benim gibi umursamazdırlar. Belki budur onları sevmemin sebebi. Aslan ve yay burcundaki kardeşlerimle de aram iyidir. Kimi zaman onlarla aynı ateş tabiatında olmamdan dolayıdır belki.

Kardeşlerim ve babamla sofraya oturduğumuzda en son ben kalkarım masadan. Diğer kardeşlerimin hayat oyununa bir an önce dönebilmek için alelacele yediği lokmalar, bende sindirile sindirile hazmedilir.

Yine de kimseye yaranamam ya bu üzer beni… Ben başkalarına verdikçe onlar benden yalnızca zamanımı çalarlar. Zamandan aldığım her şey rüzgârın tozuna, dumanına karışır. Öyle de oldu.

Evvel zamanda bir bahçeye varmıştım. Tıpkı bu bahçeye benzer yerlerde dolaşmayı severim de orasının bir başka havası vardı. Güneş, ışıklarını esirgemiyordu hiçbir yerden. Büyük meşe ağaçların arasında bir mezar gördüm.

Tuhaf, dedim kendi kendime. Bu güzellik içinde ölüm, niyedir ki?

O an tok bir ses, dalgınlığımı alıp uzaklara savurdu:

“Herkes, gün gelir kendi ölümünün başında bekler. Ya sorularla yahut pişmanlıklarla…”

Dönüp bu sese baktım. Bildiğin, bir çocuktu karşımdaki. Ama bakışı, sesi bir yetişkini andırıyordu.

Niye, buradasın, diye sordum.

“Dedim ya kendimi bekliyorum. Buradaki mezar bana ait. İnsan ölmeden de kederle, umutsuzlukla mezara koyar kendini. Sonra kederin pişmanlığını, içiyle çekişmesini, çabucak yorulmasını, daha ne varsa geride onu koyar. Bazen de mutluluğu bırakır bunların yanı başına. O zaman da küser. En çok da kendine küser insan. İçin için susar kendine. Sabreder. Sonra içindeki ses ona şöyle der: “Aynada gördüğün halin, şu andaki niteliklerinin suretidir. Aynanın sırrına bak. Orada sır yok ki? Gördüğüm yanlış da olabilir demiyorsun da başka şeylerle oyalanıyorsun. Oysa orada başka suret yok. Sen kendi hayalindeki suretine bakmakla aynaya bakmayı bir tutuyorsun.”

Bu sözleri kendime söylenmiş sandım da kuru, kupkuru bir yaprak gibi büzülüp kaldım. Ellerimle gözlerimi kapattım. Ağlamaya başladım. Aynada kendi suretime bakan ben, gitgide sönmeye yüz tutan bir ateşi avuçlarımın arasında tutuyorum sandım.

Sonra çocuk, birdenbire ortadan kayboluverdi.

Bu gördüklerimin her zamanki gibi tuhaf ve işin içinden çıkılmaz rüyalardan biri olduğu açıktı. Bunu da defterime kaydettim. Bazıları benim bu rüyalarım gibi kimi davranışlarıma bir anlam veremiyormuş. Ama daha ötede bir şey varmış ki beni kızdırmak için çabalayanlara tuhaf tuhaf bakıyormuşum. Öyle diyorlar. Soğuk, anlamsız ve bazen de alaycı bakışlarla süzüyormuşum. Benim kimseye böyle baktığım yokken niye bu gibi şeyler yakıştırırlar hiç anlamam.

Böyle zamanlarda telaşlarımın, heyecanlarımın kanadına tutunup yükselirim gökyüzüne. Ateş burcundaki diğer kardeşlerim gibi değildir kanatlanışım. Onlar, korkularını hiç belli etmezlerken ben sanki asıl karşımdaki korkuyormuş gibi nasihatler eder böylelikle korkularımı avutmuş olurum. Sözün savaşında duran dilim, kalbin de zaferini elde etmekte mahirdir. Bu yüzden en iyi savunma saldırıdır, deyip etrafıma naz çiçekleri dökerim. Hani hep karanlıkta oturan kişi, henüz güneşin doğmadığını düşünür ya ben de korkular sanki bana ait değilmiş gibi uzaklaştırırım kendimden. Öyle yapmasam beni bağlayan zincirler de kâr etmez, bilirim. Çünkü kendi ateşimin çoğalttığı korkuları atabilmek için bir başka hevese ihtiyaç duyarım. Daima başka yollar, başka konaklar bulurum kendime. O zaman adımlarım biraz daha şenlenir.

Ah koç burcunun deli kızı, derim kendi kendime. Ya düşündüğünü yaşa yahut yaşadığını düşün… Bir karar ver. Bu kadar zor mu bir karar verebilmek?… Çünkü ne zaman kararsız kalsam yalnızca karşımdakini incitmekle kalmıyor kendime de kahır etmekten geri durmuyorum.

Ah benim huysuz huylarım…

Dermansız kollarım…

Kanayan ruhum…

Mezarlıktan ayrılıp kendime yeni yollar açmak istediğim günlerin sonunda bilge birinin sözlerine kulak vermek için bir şehre vardım. Orada kimbilir hangi ilimlerin kapısını aralayacak hangi sorularla muhatabımın dünyasına dâhil olacaktım.

Şehrin kapıları her zamanki gibi bana ardına kadar açıldı. Ancak her seferinde olduğu gibi bu yolculukta da şaşkınlığımı, merakımı geri bırakamadım. Çünkü şehrin her bir yanında en iyi soruya soran kişinin büyük ödülü alacağı söyleniyordu. İçim kıpır kıpırdı.

Gözlerimi kapattım. Derin derin nefesler aldım.

Saraya vardım. Vezirler, beyler, ağalar bir perde arkasındaki şahın önünde toplanmış, yarışma için gelen bilgelerin tuhaf sorularını dinliyorlar bazıları da bunları defterlere kaydediyordu.

Şah, soğukkanlılıkla kendisine gelen soruları cevaplandırıyor kimileri ise sorulan sorunun kayda değer olmadığını öğrendiğinde boynu bükük meclisten ayrılıyordu.

Onları uzaktan seyrediyordum. Doğrusu bazılarının yüzünü seçemiyordum. Kılık değiştirerek geldiğim için kimse bana aldırış etmiyordu. Oysa bilinmek, fark edilmek istiyordum. Ama bu hırsımı aşmam gerekiyordu. Birazcık sabır, istediklerimi kolaylıkla ayaklarıma getirecekti. Öyle de oldu.

Sıra bana geldiğinde sakin olmaya çalıştıysam da sesimin titremesinin önüne geçemiyordum. Diğerlerinin bunu fark etmesine imkân yoktu.

Şahın bulunduğu perdenin önüne geldim. Herkes ne soracağımı merak ediyordu. Doğrusu o an aklıma gelen bir soru olacaktı. Çünkü şehre geldiğimde öğrendiğim bir şeydi bu durum. Ama farklı olmalıydım.

Şahım, dedim ve yumuşak bir sesle konuşmama devam ettim:

Denizin yüzünde güçlü bir ırmağın izlerini buluruz da derindekini niçin fark edemeyiz? Çünkü insanoğlu görünene varır da onunla yetinir.

Şahın yüzü kadar sesini de merak ediyordum. Çünkü en azından ses de benim için bir işarettir insanı anlamak için. Perdenin arkasında derin bir sessizlik hâkimdi. Salondakilerin arasında bir uğultu, içten içe yayılmaya başlandı.

Gözlerimin önüne kadar eğdiğim örtümün altında kimsenin beni tanımasına imkân yoktu ama kimileri biraz eğilip kim olduğumu anlamak isteyecek kadar meraklanmışlardı. Onların bu haline gülmemek için zor tuttum kendimi.

Nihayet perdenin arkasındaki ses, önce salondakileri susturdu ve ardından:

“Sorunuz bu mudur, dedi Şah.

Bu sesi bir yerden hatırlıyordum ama çıkartamadım.

Ses, devam etti:

“Doğrusu, herkes karşısındakini kendisi gibi bilir yahut öyle görmek ister. Denizin üstünde ırmağın kızıllığını görmesi bazıları için yeterince açıklayıcıdır. Bu yüzden soruyu soran kişi gibileri nihayet sözün gerisinin gelmesini ve gerekirse kalbinin kırılması pahasına bir şeylerin paylaşılmasını ister. Yeter ki sorularının bir karşılığı olsun.”

Cevaplar yeni sorular demekti. Ama kendimi tuttum.

Şah, doğru soru budur, deyip perdeyi araladı.

O an küçük dilimi yutacaktım.

Şah, mezarlıkta gördüğüm çocuğun yetişkin haliydi. Evet, evet oydu. Ses de onundu.

Heyecandan bayılmıştım.

Gözlerimi açtığımda bir hayalin berzahında durduğumu o an anladım.

Yüzü henüz karanlıktan sıyrılmayan şahtan ve benden başka kimse kalmamıştı.

Henüz kendime gelmiştim ki şaşkınlığımın henüz geçmediğini anladım.

Evet, Şah, mezarlıkta gördüğüm çocuğun büyümüş haliydi. Hatlar, duruş ve elbette sesi…

Siz, diyebildim ancak…

Siz, o çocuksunuz. Mezarlıkta gördüğüm hayalsiniz. Ama…

Şah, yalnızca gülümsedi.

Ama dedim, bu nasıl olabilir?

Şah aydınlığa doğru eğildi:

“Ey koç burcunun perisi! Sakın ola ki hayalin bizden uzak olduğunu düşünmeyin. Her hayal, gerçeğin değilse bile hakikatin perdesidir. O perdeyi araladığınızda hakikatin evini bulursunuz. Tuhaftır ki bendeki hayalin kapısını da aralayan sizin hakikatinizdi. Sizin hakikatiniz de benim hayalim oldu.

Siz, ölümden kaçmak için sığındığınız mezarlıkta kendinize bir sıcaklık ararken, ben hayatın soğukluğunda kendime bir ateş arıyor ama bulamıyordum.  Orada geçmiş hayatımı bıraktım. O kimsesiz mezarda gömülüdür insanlara iyiliği, güzelliği anlatan her şey. O çocuk da içimizdeki halin yansımasıdır. Hayalim, size bir çocuk suretinde gördüğünde kızıl sarı saçlarınızdaki ateşin hayali beni size doğru attı. Aslında kalbimi ateşe attı. Ben, yanan kalbimle sizde olduğumu anladığımda mezarlığın kapısında size görünmüştüm. Ama benim sizin hayalinizde bir çocuğun suretinde görünmesi de burcunuzun insanların çocukluk dönemine rastlıyor olmasındandır.

Bu yüzden tıpkı rüzgâr gibi hayatımın soğuk ve sıcak taraflarıyla bir fırtınaya sebep olduysam bağışlayın beni. Amacım sizi korkutmak değil sizdeki güzelliğe basit bir kolye olmaktır. Sizin güzel hatıralarınızdan bir kolye…”

Bu güzel sözlere ne diyebilirdim.

Şah, hiç duraksamadan devam etti:

“Eğer bana kolyenizde bir akik tanesi olmayı lütfederseniz hayatım hayatınız olacaktır…”

Bu heyecana daha fazla dayanamayıp yine bayılmıştım.

Ardı ardına bayıldığım ve kalbimi sıkışmış gördüğüm anlardı. Sarayıma haber verilmiş hizmetçilerim, dostlarım beni özenle ve sarsmadan alıp getirmişlerdi.

Kendime geldiğimde emektar hizmetçimin bana unutma elbisesini giydirmeye çalıştığını gördüm.

Hayır, dedim hayır. Artık bu elbiseyi giymekten yana değildim. Aksine anlamak yolundaydım. Eğer içimdeki kederi yenmek istiyorsam bunu unutma ve hatırlamalarla savaşımda her ikisiyle de mücadele ederek başarmalıydım.

O şahı bulmalıydım…

Son cümle, kalbimin odalarından hiç de acısız geçmemişti. Yankısı öyle güçlüydü ki dudaklarımdan da dökülüverdi.

Emektar kadın gülümsedi. Ben de sebepsiz gülümsedim. Ne küskünlük ne de kızgınlık kalmıştı. Kadın, iyiliğe bakan gözleriyle de nasihat etmekten geri durmadı:

“Ey güzel efendim, ne diye kendinize eziyet eder durursunuz? Keder defterinin sayfasını açsanız mürekkep hep kırmızıda mı karar kılacak? Bir daldan bir dala uçup dururken ağacı tutmak bütün dalları da tutmak değil midir? Endişelerinizi bile unutmanın rüzgârına salarken mumun kandilinde diz büküp okuduğunuz zamanları hangi hırsıza kaptırdınız?

Ateşin huysuzluğunu almaktaki aceleciliğinizle küçücük bir zafer elde edeceğim diye onca yenilgiler yaşarsınız da hem kendinize hem başkalarına eziyet edersiniz? O da zaten sizin kendisini kabul etmenizi bekliyor.”

O bu bunları söylerken baktım ki üç yüz denizin ötesinden nefes alan iki damla gözyaşları kalbime akmaktaydı.

Kadına teşekkür edemeden utancımdan yatağıma gömüldüm.

Hemen babamın sarayına vardım. Olanları bir bir anlattım. O da buna sevindi.

Şaha haber gönderip teklifini kabul ettiğimi bildirdim.

Düğün hazırlıkları başladı.

Ben sarayı düğün için hazırlarken içime belli belirsiz bir keder ateşi düştü. Şahın beni görmeden gidip düğün hazırlıklarına başlaması, onca gün bir haber bile vermeyişi beni incitmişti.

Ah düğün günü yaklaşıyor…

Niye? Niye? Ah ağlamak niçin bu kadar zor? Niye sırf gülmek için bile gülemiyorum? Niçin her şey üzerime bu kadar gelmek zorunda?

Ah galiba gözyaşlarım hiç durmayacak!..

Ah bu incilerimi saklasam sandıklara… Hiç çıkmasalar…

Tutup sedef kakmalı sandığı kapatsam…

Sandık kilitlense… Ateşe düşse… Yansa, bitse, kül olsa…

Ah sorularım… Sorularım hiç bana kalmasa, dedim kaç kez.

Meğer benim kaderim sorularla olacakmış.

Gerisini anlatmayacağım…”

 

Hayrettin ORHANOĞLU Aşkın Aynaları-Burçlar Kitabı, Büyüyenay yayınları, İstanbul 2017

hayrettin orhanoglu tarafından yayımlandı

Şair ve yazar

Yorum bırakın